Posted on: Şubat 18, 2021 Posted by: admin Comments: 0

Öldürülen kadınların anısına…
 
Akrep yelkovanı üçün üzerinde yakalamıştı. Saat 03.15’ti. Gökyüzünün karanlığı yeryüzünü kucaklamıştı. Dolunayın ışığı önüne geçen bulutla gölgelenmişti. Yoğun bir kasvet hakimdi havaya. Yaz gecelerinin bunaltıcı sıcaklığını aralayan esintinin gücü bu kasveti dağıtmaya yetmiyordu.
 
Şehir her zamanki ihtişamıyla duruyordu. İçindeki onca hayatı barındırmak biraz bile yıpratmamıştı onu. Şehirdeki insanlar rüyalarına dalmıştı bile. Kendilerini koruyan çatının altında her şeye rağmen huzurla uyuyorlardı. Ne sivrisinekler ne sıcak hava ne de polis arabasının siren sesi onları uykularından uyandıramamıştı.
 
Yelkovan, akrebi 108 derecelik açıyla geçmişti. Saat 03.33’tü. Şehirden yaklaşık on iki kilometre uzakta olan ormanlık alanda üç polis arabası kırmızı ve mavi ışıklarıyla karanlığın ortasında parlıyordu. Araçların farları açık, ormanın içinde bir noktayı aydınlatıyordu. Beyaz giyimli, maskeli ve eldivenli adamlar bir çukurun başında durmuştu. Polisler ve savcı da aynı noktada beklemekteydi. Herkesin yüzünde derin bir hüzün vardı.
 
Çukurun içinden mor çarşafa sarınmış bir beden çıkarıldı. Mor çarşaf özensiz bir şekilde sarılmıştı bedene. İki aydır toprağın altında olduğundan yıpranmıştı ve büyük bir kan lekesi vardı çarşafta. Olay yeri inceleme ekibi dikkatlice çarşafı açtı. Çarşafın içinden siyah uzun saçlı bir kadının cesedi çıktı. Vücudunun birçok yerinde bıçak izleri olmasına karşın ölümüne tam kalbine aldığı darbe neden olmuş olmalıydı ama her şey otopside belli olacaktı. Kim bilir neler hissetmişti zavallı son anında?
 
Bir kelebeğinin ömrünün dörtte biri kadar zaman geçmişti. Saat 09.33’tü. Tüm televizyon kanallarında aynı haber dönüyordu. “İki aydır kayıp olan 28 yaşındaki A.G.Y dün gece ormanda ölü bulundu. Cansız bedeni mor bir çarşafa sarınmış şekilde toprağa gömülmüştü. Katili ise boşanmak istediği kocası çıktı. E…. Y……. cinayeti işlediğini itiraf etti. Boğazımız düğümleniyor. Her gün başka bir gülüşün solmasına seyirci kalıyoruz. Biz sesimizi duyurmaya çalıştıkça birileri sesimizi bastırmaya çalışıyor. Yorulduk ve tükendik artık. Ölmek istemiyoruz.”
 
Bu haber sosyal medyada ses getirdi. Herkes bedeni morlara sarınmış kadının fotoğraflarını paylaştı. Siyasetçiler, ünlüler ve halk katile lanet etti. Hatta tacizciler ve yanındaki kadına şiddet uygulayanlar da katıldı bu seremoniye. Mor, bir anda öldürülen kadınların sembolik rengi oldu. Kimi çıktı maktulü suçladı boşanmak istedi diye kimi olayın farklı olduğunu iddia etti. Herkes suçu başkasına yıktı. Sonrasında herkes hayatına devam etti.
 
Aslında herkes suçlu değil miydi? Kadını koruyacak yasa mı vardı? Yasayı uygulayacak kişi peki? Oğullarımızı “sen erkeksin yaparsın”, kızlarımızı “sen kızsın otur oturduğun yerde” diyerek büyütmüyor muyduk? Giydiği şort, taktığı eşarp, dışarı çıktığı saat, gittiği yer, attığı kahkaha, ettiği dua, buluştuğu kişi bir kadının öldürülmesi için yeterli değil miydi bizim için? Suçu öldürülen kadına atıyor katille empati kurmaya çalışmıyor muyduk? Ortada suçsuz olan tek kişi öldürülen kadındı. Ama bizler öldükleri için kadınlarımızı suçluyorduk.
 
Bedeni morlara sarınmış kadının cenazesi oldu. Tabut göz yaşları içinde taşındı mezarlığa. İşte sonunda ne kadar yerde sürünse de omuzlar üzerinde göğe yükseliyordu Türk kadını! Atatürk de böyle söylememiş miydi? Yanlış mı anlamıştık yoksa onun sözlerini?
 
Dünya güneş etrafında dönüşünün altıda birini daha tamamlamıştı. Bedeni morlara sarınmış kadının cesedi bulunduktan sonra iki ay geçmişti. Katil tutuklanmış, cezaya çarptırılmıştı. Katile tahrik indirimi uygulandı cezada. Kadın adamın “erkekliğini” hiçe saymıştı çünkü. Hem adam çok pişmandı, öldürdüğü eşini de çok seviyordu. Sevdiğinden öldürmüştü. Ona bu öğretilmişti zira. Sevdiği ya onundu ya da kara toprağın.
 
Herkes hayatına geri döndü ve bedeni morlara sarınmış kadın unutuldu. Televizyonlarda şiddet ve aşk (!) içerikli diziler oynamaya devam etti. Kahvehanelerde on dört yaşındaki kız çocuğunun evlenip evlenemeyeceği tartışmaları sürdü. Özgecanlara, Helinlere, Tuğbalara, Pınarlara, Eminelere bir yenisi daha eklemiş oldu sadece. Oysa insanlar bu son olur diye düşünmüştü. Bir şeyler değişir ve sonuçta insanlar kadınları anlardı. İmkânsız değildi ki mucize denen bir gerçek vardı.
 
Kendi etrafında tam sekiz kez döndü dünya. Her şey normale (!) dönmüştü tekrar. Saat 14.48’di. Bir kafeden çığlık koptu bir anda. Bir kadın kanlar içinde yerde yatıyordu. Orada çalışan bir garsondu ve söylenene göre adamın biri siparişi geciktiği için bıçaklamıştı kadıncağızı. Bu sefer kadının suçu neydi, çalışmak mı? Aslında kadın, kadın olduğu için suçluydu. Bundan büyük suç mu vardı dünyada?

ESMA NUR ZORLU

HACETTEPE ÜNİVERSİTESİ HUKUK FAKÜLTESİ ÖĞRENCİSİ

Leave a Comment