Posted on: Eylül 21, 2022 Posted by: admin Comments: 0

Milletimizin belleğine bağlılığı serencam içerisinde her daim şiir ve dinle olmuştur. İkinci unsuru topyekun olarak kaybımız tarih içinde bir yere denk gelse de ilkini kayıp, sanıldığının aksine evvelce değildir. Şiirden kopuş bir belleğin unutuluşuyla birlikte gelen kendini kaybetme halini oluşturur. Şiirle teksif olmaya karar verdiğimde bir kızın aşkından yeni kurtulmuş arı bir gencin düşünceleri içerisindeydim. Şiirlerimin içerisinde bütün bir geçmişimi barındığımı anladığımda ise on sekiz yaşını geçmemiş toy bir genç. Bıyıklarım henüz çıkmamıştı. Ancak idrakine varmıştım ki dedem sağdan başlardı okumaya, tıpkı babamın sağdan başladığı gibi ilk sözlerini kulağıma söylemeye. Hayata başladığım adımı söylerken babam, farkında değildi ağır yük yüklediğini omuzlarıma. Ben; her gün, her geçen saniye o adın ağırlığının altında ezilmemek için uğraşırım. Bütün ereğim de gereğim de budur. Cebimdeki şiirleri insanlara dağıtırken gün boyu sokaklarda; annem, ayakkabılarımın neden bu kadar hızlı eskidiğini ya da kambur duruşumun sebebini sorardı babama.

Milli marşı şiir olan bir milletin topyekun şiir okurluğundan uzaklaşmasının temelde hem sebepleri hem de sonuçları vardır. Nihai bellek kaybı olacak bu yolculuktaki sebepleri irdeleyip sonuçlardan kaçınmayı, daha doğrusu arınmayı hedefleyen yüce gönüllü insanların varlığına müteşekkir olmakla birlikte yirmi bir yıllık dünya deneyimime dayanarak bunun olmayacağını olsa bile sadece şiiri hatırlamanın yetmeyeceğini söyleyebilirim.

Yıllıklarını ve anılarını şiirlere sığdırıp bunlarla yetinmiş bir milletin çocuklarıyız biz. Geçmişteki savaşlarımızı, acılarımızı ve sevinçlerimizi şiirlerimizde kolaylıkla bulabiliriz. Tarihimizin herhangi bir noktasında durduğumuzda arkamızdan bize bir şiir eşlik eder. Bu şiiri anlamamak varlığımızla aramıza set çekmek, herhangi bir benliğe bağlanmamış “dünya vatandaşlığı” gibi absürt bir tanımı benimsemekle sonuçlanır.

Bu tanımdan kaçınmak ya da dünyanın içinde bulunduğu kimlik krizinden en az hasarla kurtulmak adına şiirin bizim için nereye denk düştüğünü saptamak gerekir. Bu yazıda esasen buna çözüm aramaktan ziyade bu meseleyi zihinlere hücum ettirmekten başka bir gaye edinmeyi doğru bulmuyorum. Zira, şiirin nereye denk düştüğünü saptamak millet bilincini bütün gerçekliğiyle anlayıp kavramak anlamına gelir ki bu meziyet pek az kişiye nasip olmuştur. Bu kişiler ancak hayatın inceliklerini anlamış kişiler tarafından benimsenmişlerdir. Adlarının akabinde değerlerinin anlaşılmadığına dair bir sitem eksik olmaz ama bütüncül olarak kavranmaları dünyanın çıkarcılığına saplanmış kişiler bakımından zordur. Neyse ki ben onlardan biri değilim, henüz yirmi bir yaşındaki bir genç olarak, içinde yaşadığım milletin bütün yükünü omuzlarımda hissetmek yüksek ihtimalle erken vefatıma ve ailemin üzülmesine neden olacaktır.

Şiirin kaybı, kültür ve benliğin kaybı olarak su üstüne çıkmadan önce onu tutup yakalamak gerekir. Gerekir ki dışarıdan bakan biri bizi tanımlanmamış olarak görmesin, üzerimize kendi uydurduğu etiketi yapıştırmasın. Bu etiketi benimsemek yani alnımızdaki kağıt parçasına bakıp ben buyum demek, içimizdekini tutup çıkarıp tüm cihana göstermekten elbette ki daha kolaydır. Ancak bu yazının her münferitte ayrı tezahürünün olması er ya da geç insanı bocalatır. İşte kimlik krizinin başladığı yer de burasıdır. Bir kimliği olmayan milletler için bu durumun önemsizliği açık olsa da -hatta bunu körüklemek maksadıyla hareket etmelerinde hiçbir engel yoktur, ederler de- kimlik kaybı, topyekun bir kimliğe sahip milletler açısından ölümden başkası değildir.

Şiirden kopuşun engellenmesi ya da bu kopuşun geciktirilmesi için neler yapılabileceği zihin kurcalayan öteki bir meseledir. Sahi Cahit Sıtkı’nın bir kitabını internetten sipariş vermek bana beni nasıl hatırlatır? İlkokulda zorunlu okutulan/ezberletilen şiirlerle mi kendi ayaklarımın üstünde duracağım? Değil. Şiir bir damıtmanın ürünü olarak gün yüzüne çıkar. Diğer bir değişle kağıtla kalemin buluşmasından bir şiir doğuyorsa eğer, kalemi tutan kişinin bir mütefekkir olması ya da en azından tarihin bir yerinde bazı meseleler hakkında düşünmesi lazımdır. Yani düşüncesiz şiirin varlığı tartışmalıdır en azından benim nezdimde.

Düşünmenin yönlendirilmiş bilgilerden arı olarak gerçekleşmesi muteber olacaksa da bunun her zaman mümkün olması beklenemez. Kişi etrafındakilerle adeta bir duvar gibi çevrilmiş durumdadır. Bu duvarları kendine basamak bellemiş olan kişi onları bir merdiven edasıyla kullanabilir. Bir basamakla arşa yükselmek; bir duvarın muhteşemliğine övgüler savurmaktan değil, o duvarın zaten sıkılmış bir yumruğa hazır olduğunu kavramaktan geçer. Elinin incinmesi duvarın varlığını zedelemeyeceği gibi belleğin keskinleşmesini sağlar. Bu keskinlik nihai, şiir bilinciyle de birleşince, içsel bir doğurganlığı var eder.

Şiirler pek uzak olmayan bir mazide bomba etkisi yaratırdı. Büyük bir şairin yazdığı dergi yayımlanınca sokaklardaki gençler onu ezberlemeye çalışır, bir sessizlik olurdu. İnsanların gözlerinde temkinlilikle beraber bir mutluluk bulunurdu. Bu durum şimdilerde yeni çıkan bir albüm, bir televizyon dizisinin etkisine benzetilebilir. Marş yapılmaya müsait şiirler gündelik kaygıların esiri olmaktan öteye gidemese de milletin bilinciyle alakalı eserler bu nesillerin torunlarını dahi etkilerdi. Lakin ilk cümlelerde bahsettiğim şiirden kopuşun asıl nedeni işte buralara denk gelmektedir. İnsanımız kendisinin emek ve alın terinin yanında şiirle yoğrulduğunu; şair olmanın artık matah bir uğraş olmadığını şairlik fenomeninin yıkılmasıyla düşündü. Elbet, bu temelinden yanlış bir düşüncedir. Ancak bunun sebepleri, varlık gayeleri bir milletin yükünü omuzlarına almak olan şairlerin kendilerini gündelik meselelere teslim etmesinde yatar. Halkımız unutmaya hazırdır: Amerikan rüyası Anadolu baharından tatlıdır.

Bu yazının esas sebeplerinden biri kafa karıştırmak. Bir meselede nerede durduğumuzu belirlemeye çalışırken, aslında o meseleyle yakından uzaktan alakamızın olmadığının idrakine varmak. Ruhunu ithal etmeye kalkışan bir milletin çocukları olarak biz, düşüncemizin nerede kaybolduğunu bellemekten başkacasını düşünmemeliyiz. Gözümüzde bir korku var. Varlığımızdaki utkuyu çoktan beri unutmuşuz. Hedef gösterilmiş ve biz de ateş etmişiz.

Ruhumuz delik deşik:

Nous avons un fade esprit. Pourquoi?

Parce que nous n’avons pas de poésie.

İbrahim Ali
İbrahim Ali

Merhaba, ben İbrahim ALİ. 8 Nisan 2001 Üsküdar doğumluyum. Galatasaray Üniversitesi Hukuk Fakültesi 2. sınıf öğrencisiyim. İki kez aşık oldum.

Leave a Comment