Posted on: Nisan 14, 2022 Posted by: admin Comments: 1

Roma’ya gelişimi Milano’dan başlatmak hikayenin bağlantısını kurmak açısından en sıhhatlisi olacak kanımca. Maalesef, modanın başkentinde olduğumu ve insanların muhteşem giyindiğini Milano’daki son günümde idrak etmiştim. Bir yerden ayrılmadan önce her şey muazzam görünür gözünüze, bu da o yanılsamalardan biri olmalıydı sanki. Ancak değildi. Bu şehirde beni çeken bir hava vardı. İnsanların yüzlerinde elitist tavırlara ve üsten bakmalara çok rastlasam da bu şehirde uçarı bir cezbediş vardı. Ne yazık ki ben şehrin iliklerine tam ulaşamadan yolculuğum sona eriyordu ve Milano’ya aşk şiiri yazmak, cansız bir mankenle evlenmek kadar absürttü. Biletimi sınavımı erkenden teslim edip almıştım. Yani tek yapmam gereken şey otobüs kalkmadan önce garda olmaktı.

Bu kadar güzel bir şehri üç güne sıkıştırdığımın utancıyla yahut soğuktan korumak için mi bilmem, otobüs terminaline erkenden gitmeye karar verdim. Hemen metroyla San Donato’ya gittim. Milano’nun güneydoğusunda bulunan bu otobüs terminali maalesef şehre yakışmayacak bir biçimdeydi. Eski siyah beyaz İtalyan filmlerinden çıkmış bir kafe ve dört perondan oluşan bu otobüs terminali, şehrin zengin bir popülasyona ev sahipliği yaptığından olacak, çok yetersizdi. Yanımdaki küçük valizim ve sırt çantamla kafeye girdim. Dişleri sigaradan ve bolca espressodan sararmış barmen kız, başıyla selam verip İtalyanca bir şeyler söyledi. Kendisi İngilizce bilmiyordu ancak espresso ortak kelimeydi tüm dillerde. Yan masadaki teyze otobüs beklemekten sıkılmış bir şekilde eğilip eşinin Almanca bildiğini söyledi. Amca pek oralı değildi ve konuşmak istemiyordu. Konuşacak ortak dil bulamamanın çaresizliği içinde bakışlarımıza devrettik iletişimi. Bu iletişim benim uyuklamam, barmen kızın kahve makinesini temizlemesi ve amcanın Lazio maçındaki pozisyonlara ağız dolusu küfür etmesiyle ara ara sekteye uğramış ve en sonunda mekanın kapanmasıyla bitmişti. Mekan kapanmıştı ancak benim otobüsüm yaklaşık üç saat sonraydı. Hava çok soğuk olduğundan ve etrafta rüzgarı kesecek hiçbir bina bulunmadığından dolayı çantamdaki neredeyse her şeyi üzerime geçirip kulaklığımı kulağıma takarak bekledim. Bu bekleyişin son dakikalarında, terminalde en uzun süre bekleyen yolcu rahatlığıyla peşi sıra adımlarken peronları, tanıdık bir ses değdi kulağıma. Kulaklığımı çıkardım, sesin geldiği yere doğru eğildim.

“Oğlum daha karşıya geçeceğiz lan!”

“Haydaa!”

Türkçe konuştuğundan emin olduğum üç kişi terminaldeki istisnasız her kişiye bir şeyler sorarak bana doğru ilerliyordu. Çok fazla sıkıldığımdan dolayı ve onların bozuk İtalyancalarıyla soru sorma çilesini bitirmek için onlara yaklaştım.

“Roma mı?”

Meğer aynı otobüse biniyormuşuz. Kalkacak peronu onlara da söyledikten sonra sırasıyla adlarını, memleketlerini, neden burada olduklarını, neden Roma’ya gittiklerini ve avrokurunun artmasıyla masraflarının ne kadar çok olduğunu öğrendim. Erasmus yapmaya gelen üç Türk genciyle aynı otobüse denk gelmem olası olsa da aynı hostele rezervasyon yaptırmamız çok sık rastlanılacak bir durum değildi. Otobüsün gelmesine dakikalar kala bu olayın nasıl olabileceğinden ve havanın neden bu kadar soğuk olduğundan bahsettik.

Özellikle yurt dışında gezerken yapacağım uzun yolculuklarda gece yolculuğunu tercih ediyorum. Çünkü böylece hem konaklama ücretinden bir gün düşülmüş oluyor hem de yolculuk herhangi bir vakit kaybına neden olmuyor. Roma’ya vardığımızda otobüs biletinde yazdığı gibi saat altı sularıydı. Koşuya çıkan insanlar ve evsizler haricinde Romalılar uykularındaydı. Eşyaları bırakmak için hostele uğradık. Ben daha önce 2017 senesinin Ocak ayında bir haftalık Roma gezisi yapmıştım. Ben nispeten değişsem de Roma’da insanların yüzündeki maskeler haricinde herhangi bir değişiklik olmamıştı. Ayaklarım şehre alışkındı, nabzım yaklaşık beş sene önceki şehrin nabzına uyduğu gibi şu anki şehrin nabzına da uyuyordu. Tanıştığım üç arkadaşımla birlikte şehrin içlerine girmeye ve Antik Roma döneminin akıl almaz yapıları arasında gezmeye başlamıştık.

Roma’ya gideceklere ilk tavsiyem bu muhteşem şehri kesinlikle bir iki gün sığdırmasınlar. Çünkü bu şehrin her sokağında farklı bir lezzet her caddesinde ayrı bir tarihi yapı ve her hanesinde kültür var. İkinci olarak Roma, Türkiye’deki pek çok şehrin aksine yürüyerek gezilecek bir şehir. Daha önceden bu şehri iyi bilsem de dört günde yüz kilometreye yakın yol yürümem ve bunu adımlarımın beni yavaşlattığını hissetmeden yapmam bu konuda size mutlak bir örnek olabilir. Keza Roma’da sade bir sokağa girince bile aldığım hazzı tarif edemem burada.

Roma’da bulunan birçok tarihi eseri güzergahımıza alıp yürüdük. Tarihi yapılardan çok fazla bahsetmeme gerek yok. Çünkü bunları sizin nokta atışı yapmayarak, denk gelerek gezmeniz çok daha zevkli ve heyecanlı olacaktır. Yalnız önceki gezimde es geçtiğim ancak Genel Kamu Hukuku dersinde Birden hocamın ilginç bir anekdot olarak belirttiği bir heykelden bahsetmek istiyorum. Böylece hem Roma’da bulunan tarihi eser yoğunluğundan kaynaklanan değinme yükümlülüğümü tamamlamış hem de size ilginç bir bilgi vererek kelimelerin gücünü ve önemini anlatmış olurum. Söz konusu heykel Michelangelo’nun başyapıtlarından olan “Boynuzlu Musa” heykeli. Collesium’a çok yakın olan San Pietro in Vincoli Bazilikası’nda bulunan bu heykel, 2. Julius’un mezarı için yapılmıştır. Mezarda “Boynuzlu Musa”dan başka pek çok heykel bulunsa da bu eseri farklılaştıran Musa’nın kafasında bulunan boynuzlardır. Bu boynuzların esas sebebi basit bir tercüme hatasıdır. Eski Ahit’te var olan ve İbranicede “boynuz” ve “ışık halesi” şeklinde iki anlama gelen “qaran” kelimesi Avrupa dillerine aktarılırken sürekli olarak boynuz anlamında kullanılmıştır. Bir zaman sonra Desiderius Erasmus’un bu çeviri hatasını fark edip düzeltmesi üzerine yavaş yavaş boynuz kelimesinin yerini “ışık halesi” almıştır.

Boynuzlu Musa Heykeli
Boynuzlu Musa Heykeli

Tarihi eserlerin hayran bırakıcı sıkıcılığından sıyrıldığımıza göre acıktığımızı söylememe pek gerek kalmaz sanırım. Öyleyse Roma’nın en ünlü pizzacılarından biri olan, Türkiye’deki esnaf-pideci lokantalarını aratmayacak salaşlıkta, dükkanın dört bir yanının ünlü fotoğraflarıyla dolup taştığı ve mütemadiyen önünde sıra olan Pizzeria da Baffetto’ya gidelim. Buradaki pizza özellikle İtalyanlar tarafından çok sevilen ve övülen bir pizza. Diğer İtalyan pizzacılara nazaran daha ince hamur ve daha lezzetli bir domates sosuna sahip. Fırın dükkanın tam orta yerine yerleştirilmiş. Yani cayır cayır yanan fırının yanında espresso içen fırıncı abimizi izlerken pizzanızı yiyebiliyorsunuz. Bu gezimde iki kere ve toplamda dört kere Pizzeria da Baffetto’da pizza yedim. Her seferinde farklı pizzaları almaya özen gösterdiğim bu eski pizzacı her seferinde beni çok şaşırttı. Vejetaryen pizzalara çok olumlu bakmayan biri olarak hayatımda yediğim en iyi vejetaryen pizzayı burada yedim. Ancak şunu söylemeden geçemeyeceğim, bu pizzacı pek çok kişinin damak tadına hitap etmeyebilir. Çok ünlü olmasının yanında size hitap etmeyebileceğini söylemek biraz absürt dursa da çizginin dışında kalmasıyla kendine yer edinmiş bu küçük pizzacıya gitmenizi şiddetle öneririm. Piazza Navonave Pantheon’a çok yakın olan bu pizzacı kesinlikle sizi şaşırtacak.

Pizzeria Baffetto ve İbrahim Ali

Pizzeria Baffetto’da Pizza Çeşitleri

Her ne kadar İtalya denilince akıllara pizza ve makarna gelse de İtalyanların dondurmaları da dünyaca ünlüdür. Eski bir sokakta yürürken karşınıza butik bir dondurmacı çıkarsa şaşırmayın. Çünkü İtalyanlar bu işi öyle iyi yapıyorlar ki dışarısı buz keserken bile dondurma yemek geliyor insanın içinden! İşte yine böyle soğuk bir günde Aşıklar Çeşmesi’ne yakın bir konumda bulunan ve biraz daha lüks ve popüler hizmet sunan Venchi’ye gittim. Venchi, tat konusunda kesinlikle sizi hayal kırıklığına uğratmayacak bir yer. Ancak Roma’yı gezerken, genel olarak İtalya’yı gezerken, daha mahalle arasında ve göze batmayan işletmeleri ve dondurmacıları tavsiye ederim. Bu hem şehrin iliklerine inmenizi kolaylaştıracak hem de Roma sakinlerinin damak tadını sizlere hissettirecek. Venchi, rahat konumuyla dikkat çekmekle beraber pek çok turistin hava çok soğuk olsa da tercih ettiği bir yer. Ancak popülaritesi ücretlerine de yansımış durumda. Benim tavsiyem Roma’daki üçüncü günümde yiyeceğim bir başka dondurmacı olacak.

Venchi Dondurmacısı

Roma’daki ilk günümü geride bıraktıktan ve ikinci günün sabahında arkadaşlarımı henüz gezmedikleri Collesium’a uğurladıktan sonra; şehrin damarlarını adımlamaya, şehrin tınısını kulağımda ve tarihi dokuyu bütün bedenimle hissetmeye koyuldum. Bu şehir gerçekten büyüleyici bir şehir. Her sokağında bir başka olay, her sokağında bir başka tarihi eser mevcut. Şehrin içinden bir yabancı olarak süzülürken tarihin üzerindeki tozu yavaşça kaldırdığımı hissediyordum. Gözlerimi bir sağa bir sola çeviriyor, merakla insanların günlük yaşantılarını izliyordum. Roma’daki büyük bahçelerden birine girdiğimde, Villa Borghese, yağmur bastırdı. Burada birkaç çadır dışında pek çok insan yoktu. Hemen bir çadırın altına sığındım. Film çekimi için orada olduklarını anladığım ekipten bir amca bana espresso ikram etti. Bildiğim birkaç İtalyanca kelimeyi kullanarak teşekkürlerimi ilettikten sonra öğrenci olduğumu ve Roma maçına geldiğimi söyledim kendisine. Laziolu olduğu ve yağmur dindiği için o çadırın altında pek fazla durmadım, tekrardan espresso için teşekkür ettim ve uzaklaştım. Ancak İtalyan Yargıtay’ının muhteşem binasının önüne geldiğimde yağmur tekrar bastırmıştı. Biraz da Yargıtay’ın girişinde bekleyip gitmek istediğim yere, Da Enzoal 29’a geçtim.

Uzun süre yürümek beni yormamış ancak acıktırmıştı. Nehrin karşı tarafında yani Vatikan tarafında kalan bu harika, küçük esnaf lokantası makarnalarıyla ün salmış muhteşem bir yerdi. Sırılsıklam olmama değmesini dilediğim bu restorana henüz adımımı atarken beklentilerimin karşılanacağını hissettim. Çiftlerin arasında tek kişi sap gibi otursam da hiç kimse beni garipsemedi. Büyük ihtimalle garsonlar bir turistin bu kıyıda köşede kalmış esnaf lokantasını nasıl bulduğunu merak etmişlerdir ancak büyük bir ustalıkla ve yüzlerindeki şaşkınlığı gizleyerek, bana menüyü uzatarak yarı yamalak İngilizceleriyle ürünlerini açıklamaya koyuldular. Burada parmesanlı bir makarna söyledim. El yapımı olduğunu söylememe gerek yok sanırım. Makarnası beklediğim gibi muhteşemdi. Şu ana kadar yediğim en iyi makarnayı Floransa’da Yellow Bar’da yememe rağmen bu, ikinci sırayı kesinlikle elde edecek bir makarnaydı. Çok ıslanmış olduğum için düşüncelerimi not defterime kaydedemesem de makarnanın ekşimsi yoğun tadı ve dokusu hala damağımda. Makarnalarının muhteşem olmasının yanında, bu mekanın belleğimden çıkmayacak asıl yemeği tiramisusuydu. Bu tiramisu o kadar güzel bir tiramisuydu ki -mübalağasız söylüyorum- ilk kaşıktan sonra ayağa kalkıp etrafımdakilere sarılmak, onlarla dans etmek geldi içimden. Bu tiramisuyu her kaşıkladığımda farklı duygular uyandı içimde ve kafamı her kaldırışımda “Nasıl olur da bu tatlıyı yiyen insanlar birbirleriyle kucaklaşmaz, birbirleriyle dans etmez?” diye içimden geçirdim. Şu ana kadar birçok ülkede yüzü aşkın farklı yerde tiramisu denemiş biri olarak, bu tiramisunun yanına yaklaşabilecek bir tiramisu tatmadım. Tadı damağımdan gitmesin diye su içmeden mekandan çıktım. Bu, beni o kadar mutlu etmişti ki yolda gördüğüm heykellere Türkiye’ye dönünce ben de en iyi tiramisuyu evimde yapacağım sözünü vererek hostele döndüm.

Küçük esnaf lokantasındaki tiramisu

Küçük esnaf lokantasındaki el yapımı parmesanlı makarna

Roma’daki üçüncü günümü, hala biraz nemli olan paltomu üstüme geçirerek Collesium’un karşısında efsane bir manzaraya sahip olan Caffée Roma’da espressoyla karşıladım. Bu kafe Collesium’u ve etrafını gezerken nefeslenmek için ideal. Harika kahveler ve lezzetli tatlılarını Collesium’un yanı başında deneyimlemek hayli keyifli. Ancak bu kafeyi sabah, henüz turist yoğunluğu oluşmadan ziyaret etmek zevkinizi arttıracaktır.

Collesium’un karşısındaki Caffée Roma’dan bir görüntü

Roma’daki üçüncü günümde, Milano’da tanışıp Roma’da takıldığım arkadaşlarımla Vatikan Müzesi’ni gezeceğimiz için öğle atıştırmalığımı Vatikan’a yakın bir yerde yemek istedim. Roma’da daha önce yaşamış İspanyol arkadaşım Marina’nın önerisiyle Supplizio’ya gittim. Burada şunu belirtmeyi uygun buluyorum: Özellikle Avrupa’da mahalle aralarındaki lokantalara ve büfelere gittiğinizde açılış kapanış saatlerine göz atmayı unutmayın. Çünkü genellikle bizdeki gibi gün boyu açık tutmuyorlar kapılarını. Örnek olarak Supplizio 12-16 ve 17-21 saatleri arasında hizmet veriyor. Supplizio, Roma mutfağıyla özdeşleşmiş domates soslu pirinç toplarının kızartılmasıyla yapılan bir atıştırmalık olan Suppli’yi yapan en güzel büfelerden biri. İçerisi fazlaca salaş olmasının yanında mükemmel ve hafif bir tat sunuyor. Lokantanın o günkü siftahı olduğum ve şefin fazlaca insan canlısı olmasından kaynaklı olarak biraz sohbet etme ve bu küçük büfe hakkında bilgi edinme fırsatı buldum. Burası ünlü İtalyan şef Arcangelo Dandini’nin Antik Roma geleneksel mutfağına verdiği değeri göstermek amacıyla açmış olduğu bir “sokak yemeği köşesi”. Dandini’nin hemen Tiber Nehri’nin karşısında kendine ait “L’Arcangelo” adında fine dining şeklinde bir restoranı zaten bulunuyor. Burayı açmasındaki asıl amacı geleneğe saygısını göstermek. Zaten bu sokak yemeği köşesine ilk adımınızı attığınızda kendinizi bir İtalyan evinin oturma odasında hissediyorsunuz. Bu rüstik görünüşün asıl amacı geleneği sadece yemekle değil ortamla da müşterilere geçirebilmek. Oturduğunuz yerde çok fazla rahat olmayabilirsiniz ancak eski İtalyan tarzıyla dekore edilmiş duvarlarda göz gezdirirken yemeğinizin leziz tadı, bu rahatsızlığınızı hissetmemenizi sağlayacak. Suppli dışarıdan bakıldığında “içli köfteye” benzeyebilir. Ancak bu geleneksel yemeğin içindekileri müşterilere bırakıyorlar. Dolayısıyla damak tadınıza uygun malzemelerden kendiniz için istediğiniz Suppli’yi sipariş edebiliyorsunuz. Tabii ki bu sokak yemeği köşesinin menüsünde sadece Suppli yok ancak bu mekanın alametifarikası bu atıştırmalık. Uğramanızı önerdiğim bu küçük mekanda, kendinizi İtalyan arkadaşınızın salotto’sunda eski İtalyan atıştırmalıklarını tadıyormuş gibi hissedeceksiniz.

İtalyan şef Arcangelo Dandini’nin Supplizio isimli restoranı ve ünlü İtalyan sokak yemeği Suppli

İbrahim Ali Suppli’yi tadarken

Vatikan Müzesini gezdikten sonra Pizzeria da Baffetto’da pizzamızı yedik. Bu gezimin ilginç yanlarında biri, ne zaman kendime “Benim burada ne işim var?” diye sorsam kendimi pizza yerken buluyor oluşum. İtalyanların muhteşem pizzaları, insanların damak tadına hitap ettiği kadar onları bu dünyadan ve dertlerinden de uzaklaştırıyor sanırım. Her neyse turistik gezimizi yaptık, mükemmel bir pizzamızı yedik ve sıra tatlıya geldi. Vatikan Müzesi bizi çok yorduğu için arkadaşlarımdan sadece Burak’ı kandırabilerek yukarıda Venchi’yi anlatırken biraz bahsettiğim dondurmacıya yani Otaleg’e gittik. Şu ana kadar yediğim en iyi dondurma olduğunu söylememe herhalde gerek yoktur. Ancak sıralamamda eski birincim, Göcek’te bulunan Roma dondurmacısı. Eğer Ege sahil şeridinde gezi yapıyorsanız Göcek’te ara verip denemenizi tavsiye ederim. Kesinlikle değecektir. Otaleg’in hakkını yemeden bu küçük ama muhteşem dondurmacıyı anlatmaya geçeyim. Burası Trastevere’de mahalle arasında bulunan bir dondurmacı. Uzun süren akşam yemeklerini yiyen yerli Romalıların uğrak noktası. Bir dondurmacının bizi güldürebileceği aklınıza gelmese de bu dondurmayı yerken mutluluğunuzun yüzünüze yansıyacağından eminim. Hatta ben bunu içimde tutamayıp yanımdaki arkadaşıma ve annemi arayarak ona anlattım. Aslında bu mutluluğu ve şaşkınlığı yaşamamda en önemli etkiye sahip kişi orada bulunan çalışandı. Ben klasik seçimlerimi yapacağımı düşünürken menünün alışılmışın dışında olması beni afallattı. Büyük bir ustalıkla şaşkınlığımı ve Türk olduğumu anlayan çalışan bana “tuzlu yer fıstığı” ve “Türk fıstığı” önerdi. Tuzlu yer fıstıklı dondurmanın nasıl güzel olabileceği çalışana sorduğumda bana denemem için bir kaşık uzattı. Ben hayatımda bu kadar lezzetli bir dondurma yememiştim. Hemen, onun önerisine uyduğumu söyleyince gülümseyerek külahı doldurdu. Burası mahalle arasında ve geleneksel bir dondurmacı olduğu için fiyatı hayli uygundu. Şiddetle önerdiğim bir diğer mekan olan Otaleg’de kesinlikle tuzlu yer fıstıklı dondurmayı denemelisiniz.

İbrahim Ali Otaleg’de tuzlu yer fıstıklı dondurma denerken

Roma’daki dördüncü ve son günümde Roma – İnter maçına göre kendimi ayarlayarak yemek yerleri seçtim. Bu şehir futbolla yaşayan ve düşünce olarak futbolla ayrışan bir şehir olduğu için beremi ve atkımı gören her Roma taraftarı bana selam veriyordu. Şehri yine adımlayarak öğle yemeğimi Rione Monti’de bulunan Broccoletti’ye denk getirdim. Burası butik bir restoran ve etrafındaki diğer butik restoranlarla birlikte müşterilere gerçekten çok güzel bir deneyim sunuyor. Burada güzel bir makarna yedim ancak size bundan bahsetmek istemiyorum. Bu mekanın önemli özelliklerinden biri leziz ekmekler yapmaları. Bunlar sade ekmekler olmayıp İtalyan domates sosu ve zeytinyağıyla yapılıyor. Çıtırlıkları ve tatları mükemmel düzeyde. Sadece ekmek yemeyi kabul edebileceğim bu mekanda Roma atkımı gören yaşlı Romalı bir çift ile ufak bir sohbetim de oldu. Fransa’nın İngilizce bilmez gençlerinin aksine İtalya’da, özellikle eğitimli yaşlıların bile iyi derecede İngilizce bilmeleri açıkçası beni şaşırttı. Çünkü doğumları kadim dünya dili Fransızcanın terk edilip İngilizceye dönüldüğü döneme rastlayan bu insanların, İngilizce bilmeleri çok muhtemel olmuyor genelde. İtalyanların sıcakkanlı olmalarından bir kez daha nasibimi almanın mutluluğuyla Roma Olimpiyat Stadı’na doğru yol almaya başladım.

Yol üstüme çok övülen ve önünde sıra oluşturacak kadar güzel kremaları olan Regoli adında bir pastaneyi denk getirdim. Regoli, şehrin biraz daha varoş kısmında kalıyor. Yolunuzu çok uzatmadan buraya gelebilmeniz mümkün. Bunun yanında sırada bekleyecek kadar güzel bir tat sunuyor. Kreması ne ağır ne de çok hafif. Mekanda oturulabilecek herhangi bir yer yok. Ancak kruvasan denilebilecek bir hamur işinin içinde bulunan kremanın tadına varırken bir yere oturmanızı öneririm çünkü yürürken yediğim bu tatlı her tarafımı pudra şekeri içinde bıraktı. Roma’yı baştan başa pudra şekerli bir bıyıkla gezmek istemeyenler için çok önemli olduğunu düşündüğüm bir tavsiye bu…

İbrahim Ali Regoli’de tatlı denerken

Roma Olimpiyat Stadı şehrin biraz daha dışında konumlanıyor. “Vatikan’ın kuzeyinde” şeklinde kabataslak ifade edebileceğim bir yere denk düşen bu harika stadın çevresinde, Roma’nın her yerinde göremeye alışkın olduğumuz heykellerin birer kopyası bulunuyor. Şehrin sarı-kırmızı ve siyasi olarak sol tarafını ifade eden bu takımın oldukça ateşli bir taraftar grubu var. Şehrin mavi-beyaz ve siyasi olarak sağ tarafını ifade eden Lazio ile sık sık polemiğe girseler de gittiğim maç İnter’e karşı olduğu için ve Roma pek iyi bir oyun sergileyemediği için taraftarlar fazla aktif değillerdi. Maçın özellikle ilk yarısı çok iyiydi. Hakan Çalhanoğlu’nun kornerden bacak ara gol attığı tarihi maça denk gelmenin yanı sıra Roma Olimpiyat stadında yapılan koreografiler göz doldurucuydu. İlerde kesinlikle tekrar uğramayı -mümkünse futbol aşkını aşıladığım çocuklarımla- düşündüğüm bu statta 3-0’lık bir hezimet gören Roma taraftarının doksan dakika boyunca hiç susmadan ekiplerini desteklemeleri de takdire şayan bir durumdu. Futbola bayıldığım için maç hakkında daha fazla konuşmadan burada kesiyorum kendimi.

İbrahim Ali Roma-İnter maçında

Kendime yaşayacak ikinci bir şehir seçseydim Roma’yı seçerdim dedirten Roma sokakları, her bir sapağında sizi şaşırtmasıyla turistik gezi için tavsiye edeceğim ilk Avrupa şehri. Burada büyük ve tarihi bir şehirde insanca yaşayabilmenin yanında huzuru iliklerinize kadar hissedebilirsiniz.

İbrahim Ali
İbrahim Ali

Merhaba, Ben İbrahim ALİ. 8 Nisan 2001 Üsküdar doğumluyum. Galatasaray Üniversitesi Hukuk Fakültesi 2. sınıf öğrencisiyim. İki kez aşık oldum.

1 people reacted on this

Leave a Comment