Posted on: Şubat 18, 2021 Posted by: admin Comments: 0

Güneş ışığını dünyaya ulaştırmaya başlayalı daha bir iki saat olmuştu. Hava geceden kalma serinliğini korumaktaydı. Güneşin sıcaklığı bu serinliği bir nebze olsun kırsa da insanların ısınmasını sağlayamıyordu. Hafif bir esinti vardı dışarıda. Gece kopan fırtınadan eser yoktu. Yollar kurumuş, su birikintileri yok olmuştu.

Caddeler yavaş yavaş kalabalıklaşırken güneş de gökyüzünde yükselmeye devam ediyordu. Serin bir nisan sabahıydı. Yetişkinler işlerine, çocuklar okullarına gidiyordu. Kepenkler gürültüyle açılıyor; esnaf nisanın bu güzel sabahında yüzlerinde gülümseme birazdan gelecek olan müşteriler için hazırlık yapıyor; çıraklar biraz temiz hava almak için biraz da alışkanlıktan dükkanların önünü süpürüyordu.

Her şey normaldi insanlar için. Her şey olması gerektiği gibi… Aynı yollardan aynı arabalar geçiyor, aynı insanlar aynı otobüslere biniyordu. Her şey aynı tekdüzelikte ilerliyordu. İnsanlar bu durumdan şikayetçi değildi, aksine memnundular hallerinden. Yeter ki düzenleri bozulmasındı, yeter ki bugün de olaysız atlatılsındı. Derken kahvecinin çırağının sesi yankılandı sokakta ardından elinde tepsi sokakta zikzaklar çizerek yürümeye başladı çırak. Yüzünde geniş gülümsemesiyle bir dükkândan çıkıyor ötekine giriyor, herkese teker teker çay dağıtıyordu. Bazen girdiği dükkânda dakikalarca kalıyor, sohbet ediyordu. Bazen de tepsideki çaylar soğumasın diye çayı bırakır bırakmaz çıkıyordu dükkândan.

Saatler geçti vakit öğleni buldu. Kahve curcunaydı. Boş bir sandalye dahi yoktu. Öyle ki yakın dükkanlardan küçük tabureler getirilmişti. Televizyon açıktı. Öğle haberleri başlamıştı. Ekranda kadın bir spiker vardı. Saniyeler sonra kıvırcık saçlı bir kızın da fotoğrafı da belirdi.

“Dünya dönüyor ve ölümler artmaya devam ediyor sayın seyirciler. 19 yaşında ki E.B dün gece saatlerinde yaşadığı sitenin bahçesinde ölü bulundu bazı psikolojik sorunları oldu iddia edilen E.B’nin 18 katlı binanın çatı katından atlayarak intihar ettiği sanılıyor. Genç kıza Allah’tan rahmet, yakınlarına sabır diliyoruz.”

İşte bu kadardı. Birkaç cümle ve birkaç saniyeyle geçiştirmişlerdi genç bir kızın ölümünü. Kahvedekiler de oralı olmamıştı. Haber boşlukta yok olup gitmişti. Tıpkı kıvırcık saçlı kızın dünyadan yok olduğu gibi. Sadece, sadece tek bir adam haber sırasında televizyona dikkat kesilmişti. Siyah düz saçlarına tezat oluşturan bembeyaz bir yüzü vardı. Gözlerinin kahveleri etrafa çok uzaklardan bakıyordu sanki. Üstündeki kaliteli kıyafetlerle bu kahveye hiç uymuyordu. Kahvedeki diğer müşterilerin içinde öyle eğreti duruyordu ki onu fark etmemek imkansızdı. Zaten bu durumun farkına varmış olmalı ki bardağında kalan tek yudumluk çayı içip borcunu da ödedikten sonra ayrıldı oradan. Gidişini kimse umursamadı. Sonuçta yabancılar sessizlikle gelir yine aynı sessizlikle giderdi.

Genç adam kahveden çıkıp bir iki sokaktan da geçtikten sonra kırmızı bir tosbağanın yanında durdu. Arabaya şöyle bir bakış atıp bir de ufak bir gülümseme gönderdi. Ne severdi şu arabayı. Alması da zor olmuştu hani. Aldanmayın siz onun kıyafetlerinin kalitesine. Bu şehir lüksle doluydu. Her şeyi lüks olan ruhu fakirleşmiş insanlarla… Bir de diğerlerinin ağırlığında ezilmemek için onlar gibi olmaya çalışan insanlar vardı. Genç adam da onlardan olmalıydı. Yoksa hangi zenginin işi olurdu ki kahveyle ya da hurda olmasına az kalmış bu kırmızı tosbağayla.

Genç adam çok severdi ama bu kırmızı ufaklığı. Kızılcık derdi ona. Bu ismi de arabaya dünya üzerinde sevip sevebileceği en güzel kadın vermişti. Kadın da severdi arabayı. Zaten genç adamın arabaya aşkla bağlı olmasının tek nedeni buydu. Sevdiği kadından geriye kalan en güzel hatırasıydı şu Kızılcık.

Arabasını çalıştırdı ve yola koyuldu genç adam. Gideceği yer uzaktı. Biraz da trafik vardı. Radyoda çalan şarkılarla yol almaya çalışıyor ama uzun zamanda kısa mesafeler gidiyordu. Böyle giderse akşama zor ulaşırdı gideceği yere. “Umarım” dedi içinden “Umarım en kısa zamanda düzelir şu trafik.” Ki öyle de oldu. Sanki birileri genç adamın sesini duymuştu da açmaya başlamıştı yolu. Genç adam mümkün olduğu kadar hızlı ilerlemeye başlamıştı.

Yolda tosbağa görmenin verdiği mutlulukla bakınan insanların dudaklarındaki ufak tebessümlerin eşliğinde şehrin dışında ama bir o kadar da şehirle iç içe olan bir mezarlığa geldi. Mezarlığın büyük demir kapısı kapalıydı. Genç adam Kızılcık’ı uygun bir yere bırakıp arabadan indi. Kapının önüne gelip de kapıyı var gücüyle ittiğinde demir kapı gürültülü bir gıcırtıyla açıldı. Bu sahne tam da filmleri andırıyordu.

Genç adam mezarlığın içinde yavaş adımlarla yürüyor, mezar taşlarının üstündeki isimleri içinden okuyordu. Ne çok isim vardı böyle. Ne kadar çok acı, ne kadar çok ölü… Genç adamın gözleri dolmaya başlamıştı. Burnuna mezarlığın o kesif kokusu dolmuştu. Hüzün, acı ve gözyaşı kokan o koku…

Genç adam mezarların arasında ilerlerken mavi bir kelebek* gördü. Derken bir tane daha, bir tane daha… Sanki bu genç adama yolu göstermek istiyorlardı. Zaten hep yapmıyorlar mıydı bunu? Dünyada kalmış canlıları artık ölümsüzlüğe kavuşmuş olan cansızlarla buluşturmuyorlar mıydı? İmkansız değildi. Evet, onlar ölüleri tanıyordu! Ne toplu mezarları buldurmuştu** bu kelebekler. Bir küçük mezar için mi yol göstermeyeceklerdi?

Genç adam mavi kelebekleri takip etti. Kelebekler gözden kaybolduğunda bu ürkütücü yere gelmesine sebep olan mezarın önüne gelmişti. Mezar taşının üzerindeki ismi okuduğunda bir damla yaş düştü gözlerinden. Derin bir iç çekti genç adam. Bu öyle bir iç çekişti ki dünya yerinden oynayacaktı sanki. Bu öyle bir iç çekişti ki dünya üzerindeki bütün yaratıklar bu iç çekişin ürpertisiyle doldu. Ancak kimse fark etmedi bu iç çekişi mavi kelebeklerden başka. Onlar bu ürpertinin etkisiyle yeniden genç adamın etrafına toplanmıştı.

Mezarın yanındaki şu görüntü öyle muhteşem aynı zamanda öyle ürkütücüydü ki anlatmaya yetecek kelimeler bulunamıyordu hiçbir dilde. Kelimeler kifayetsiz kalıyor, görüntüler anın büyüsüyle karanlığa gömülüyordu. Sahi hayat bize böyle manzaralar verdiği halde neden onları görmeyi reddediyorduk ki?

“Ölüyorum.” dedi genç adam. “Sensizlik beni artık öldürüyor.” Ağlamaya başlamıştı. Gözyaşları kirpiklerinin arasından usul usul süzülürken sarsılmaya başlamıştı. “Neden gittin ki? Neden bu kadar erken çekip gittin ki? Dünyanın renkleri kayboldu sanki. Çiçeklerin kokuları yok artık. Yediğimden de içtiğimden de tat almıyorum. Gökkuşağı” sözlerini yarıda kesti. Bağırmaya başlamıştı. “Gökkuşağının hani yedi rengi vardı. Ben onun siyahtan başka rengini görmüyorum.”

Gözlerini sildi genç adam. Derin bir nefes aldı. Gözleri sanki birini arıyormuşçasına etrafı taradı. Mezar taşlarından başka göze çarpan bir şey yoktu.

“Sakinim. Az önce bağırdığım için özür dilerim. Bir an kendimi kaybettim işte. Sen gittiğinden beri böyle oluyor bazen. Öyle anlar yaşıyorum ki ben bile tanıyamıyorum kendimi. Ama merak etme üstesinden gelmek için uğraşıyorum. Alışmaya çalışıyorum. Sensizliğe alışmak zor olsa da deniyorum.”

Genç adam mezarda yatmakta olan ölü kadınla konuşurken mezarlığa insanlar geliyor, sevdiklerinin mezarı başında dua okuyor, onların topraklarını suluyor, yeni yeni filizlenen çiçeklere sanki filizlerde mezarda yatanın bir sureti varmış gibi sevgiyle bakıyorlardı. Ara sıra göğe doğru birkaç hıçkırık yükseliyor, sonrasında boşlukta yok oluyordu. Mavi kelebekler etrafta uçuşuyor, Artemislerin*** üzerine konuyordu. Genç adam tüm bu olanların farkında değildi. Çok sevdiği kadının mezarı başında konuşmaya devam etti.

“Bazen acaba diyorum. Acaba bir sabah tıraş olmak yerine jiletimi senin yanına gelmek için mi kullansam? Bir anda aklıma gelen bu düşünceyi hızla kovuyorum aklımdan. Eğer ben de gidersem kim bakar mahalledeki güvercinlere? Ya da bizim kıyafeti kirli ama yüreği tertemiz olan sokak çocuklarımızla kim ilgilenir? Senin bin bir emek harcadığın orkideler, menekşeler, begonyalar ne olur sonra? İşte ne zaman aklıma intihar etme düşüncesi gelse beraberinde bu sorular da geliyor ve ben anlıyorum ki beni bu hayata bağlayan farkına varmadığım çok fazla şey var.”

“Ah benim güzel meleğim! Sensizlik evimizin her hücresinde karşıma çıkıyor. Her zaman huzur bulduğum o güzel yuvamız artık canımı yakmaktan başka bir etki bırakmıyor bende. Geceden geceye uğrar oldum artık küçük evimize. Hatta bazen öyle geceler oluyor ki gitmiyorum bile. Bütün geceyi sokaklarda parklarda bizim çocuklarla beraber geçiriyorum. Eğer senin çiçeklerin ve mutluluğumuzu hatırlatan o güzel anlar olmasa asla uğramazdım oraya. Ama biliyorsun ki her şeyden vazgeçerim de sensizliğimi dindirecek hiçbir şeyden vazgeçmem, geçemem.”

Güneş batmaya hazırlanıyordu. Gökyüzüne muhteşem bir kızıllık hâkimdi şimdi. Kim bilir kaç âşık şu an gökyüzüne bakıp sevdiğini düşünüyordu. Kim bilir kaç çift bu güzel gün batımı eşliğinde öpüşüyordu. Sevdiği, dünyanın herhangi bir yerinde nefes almakta olanlar için bir umutken; mavi kelebeklerin yuvası olan bu mezarlıktaki genç adam için ise aşkını kaybedişti şu gün batımı. Ve genç adam gün batımının etkisiyle bir kez daha hissetti acısını yüreğinde.

“Hava kararıyor gitmem lazım. Senin yanında kalmayı çok istesem de yapamam. Bu mezarlıkta kalamam. Senin artık bu dünyaya ait olmadığın gibi ben de bu mezarlığa ait değilim. Seni çok özlüyorum sevgilim. Her geçen gün daha fazla…”

Genç adam toprağa eğildi ve bir öpücük kondurdu ona. Gözleri nemlenmişti. Bir kez daha iç çekti ve beraberinde kadifemsi bir esinti dokundu yüzüne. Genç adam, saatlerce yanında oturduğu mezara dudaklarında uyanan tebessümle beraber el salladı. Arkasını sevdiği kadına dönüp yürüdü ve mezarlıktan çıkıp Kızılcıkla beraber oradan gitti. Geride mavi kelebekleriyle dolu mezarlık kaldı.

-SON-

*Mavi kelebek: Mezarlıklarda yaşayan ve ölüm çiçekleriyle beslenen bir kelebek türü

**bkz. Srbrenitsa Katliamı

***Artemis çiçeği: Ölüm çiçeği. Çoğunlukla mezarlıklarda yetişir.

ESMA NUR ZORLU

HACETTEPE ÜNİVERSİTESİ HUKUK FAKÜLTESİ ÖĞRENCİSİ

Leave a Comment