Posted on: Aralık 22, 2021 Posted by: admin Comments: 0

Hemen geçtiğimiz hafta yani vizeler haftasının bitiminden bir gün sonra kendimi İtalya’ya attım. Milano’da yaşayan birkaç arkadaşım olmasının yanında Fransa’da okuyan bir iki arkadaşımın da gelmesiyle ufak bir buluşma ayarlayabildik. Tabii arkadaşlarımı görmenin yanı sıra bu gezinin arkasında yatan iki ana sebep vardı: Çocukluğumdan beri en büyük sevgim futbol ve olmazsa olmazım yemek. Arkadaşlarımla beraber Milan-Sassuolo maçını izledikten sonra onları uğurlayacak Roma’ya otobüsle geçecek ve Roma-İnter gibi büyük bir maçı izleyecektim. Futbol ve yemek konusunda biraz deli olduğum için online yapılacak üç sınavımın olması beni çok da endişelendirmedi. Ne de olsa çalışmıştım, demli çayımla beraber sınavlara odamda girmekle İtalya’da nadir bulunan Starbucks’larda sınava girmek benim için çok büyük bir fark değildi. 

Milano’ya biraz uzak bir havalimanında uçaktan indim. Pasaport kontrol sırasında tanıştığım ve Milano’da yaşayan Türk bir abi beni istediğim yere götürmeyi teklif etti, ben de memnuniyetle kabul ettim. İyi ki de kabul etmişim çünkü eğer beni bırakmasaydı Milan maçının ilk yarısını telefondan izlemek zorunda kalabilirdim. Maç ve San Siro’nun atmosferi çok iyiydi. Milan evinde 3-1 gibi bir skorla yenilmesine rağmen çok iyi bir futbol oynadı. Taraftarı onların bu iyi oyununu doksan dakika boyunca yaptığı tezahüratlarla destekledi. Kaleci Maignan’nın sakatlıktan dönüşüyle beraber etkisizliği özellikle Sassuolo’nun ilk golündeki hatalı pozisyonu Milan için hayal kırıklığıydı. Maç için söylenecek çok söz var ancak bu sözleri maçtan hemen sonra İtalyan yorumcular zaten söylemiştir. Beni asıl etkileyen nokta; küçüklüğümde her zaman hayran olduğum Mourinho ile Şampiyonlar Ligi kupasıyla beraber üç kupayla sezonu bitiren İnter’in ve Şampiyonlar Ligi’ni domine eden, efsane kadrosunu herkesin aklına kazıyan Milan’ın birlikte oynadığı 1926’da açılan San Siro’nun ihtişamıydı. Uzaktan bir kayığı andıran bu stat ne zaman FIFA oynasam seçtiğim, Milan veya İnter maçı izlediğimde büyülendiğim bir yer, adeta bir mabetti. Futbola derin bir sevgi besleyen herkes bilir ki bir stada adımınızı attığınızda birçok ışığın aydınlattığı yeşil sahayı görmek; kalbinizi hızlandırır, istemsizce dudaklarınızı birbirinden ayırır ve gözlerinizi fal taşı gibi açar. Bu stat San Siro olunca bu hisler karmaşık ancak çok daha yoğun şekildeydi.

Maçtan çıktığımızda ben mükemmel bir maç izlediğim için sevinçli, Milanolu arkadaşım mağlubiyet aldıkları için üzgün olsa da hepimiz acıkmıştık. Hemen Pizzeria Berberè adında bir pizzacıya gittik. Bir şehri o şehri iyi bilen biriyle gezmenin en güzel yanlarından biri de güzel yemekler yemektir. Milanolu arkadaşım Sébastiano güzel bir pizzanın hamurunun beyaz olmayacağını aynı şekilde çok da siyah olmayacağını söyleyip Berberè’de yediğimiz pizza gibi nokta nokta siyahlıkların bulunmasının en iyisi olduğunu bize açıklarken ben muhteşem domates sosuyla birlikte enfes peynirin uyumunu düşünüyordum. Bu restoranda dikkatimi çeken pizza hamurunun çok iyi olduğu ve çok iyi piştiğiydi. Ayrıca bu restoran İtalya’nın birçok yerinde bulunuyor, biraz daha modern bir tarz sunarken restorandaki dizayn iç açıcı. İtalya’da bizzat aranacak bir restoran olmasa da acıktığınızda karşınıza çıkarsa tereddüt etmeden girilecek restoran listenizde bulunabilir. Restoranın internet sitesinden nasıl bir deneyim yaşayabileceğinizin ipuçlarını verse de burası sizi kesinlikle tatmin edecek pizzayı sunuyor!

Milano’da geçen yorucu ilk günün ardından sabah erken kalkarak meşhur Duomo meydanına gittim. Burada Milano’ya gelindiğinde kesinlikle atlanmaması gereken bir pastane/restoran var. Bu 1928’de açılan Motta Milano. Burası Milano’nun ilk tarihi barı olma özelliğini taşıyor. Burada hem kahvaltı ve öğlen yemeği hem de akşam yemeği yemek mümkün. Türkiye’nin aksine İtalya’da bu tarz bir mekan bulmak oldukça zor, bu üçünün de çok iyi hizmet ve tat ile beraber sunulması ayrıca zor. İtalyanların Cornetto dediği çoğu Türk’ün “Fransız kruvasanından ne farkı var?” diye soracağı bu hamur işinin bana göre en iyisini, Antep fıstıklısını burada yiyebilirsiniz. Cornetto’nun kruvasandan farkı içinde daha az tereyağı olması ve daha yumuşak olmasıdır. Bunun yanında Fransızlar bagetin yapımını birtakım kurallara bağladığı gibi kruvasanın içine herhangi bir krema da koymayı reddederler. Onlara göre kruvasanı iyi bir kruvasan yapan “texture” dedikleri doku, histir. İtalyan Cornetto’sunda ise krema bulunur ve bana göre tadı daha güzeldir. Motta’da Antep fıstıklı Cornetto yedikten sonra büyük ihtimalle Fransız kruvasanına burun kıvıracaksınız. Bu pastanenin en önemli yanı ise birçok Milanoluya göre Milano’nun en iyi kahvesini sunması. İtalya’nın bar şeklinde klasik kahvehanesi burada da mevcut. İtalyanlar espressoyu uzun uzun oturup içmek yerine yorucu bir gün öncesi hızlı bir enerji kaynağı olarak kullanıyorlar. Bu yüzden birkaç yudumda ve yaklaşık bir dakika içinde kahvelerini içip mekandan ayrılıyorlar. Motta’da yapılan espresso nefis kahve çekirdekleri ve harika kremasıyla mükemmel bir tat bırakıyor ağızda. Özellikle meydandaki mağazaları ve katedrali dolaşırken böylesine bir tadın ağızda her an damağı yoklaması paha biçilemez. Sébastiano ve daha sonra Roma’da tanıştığım 71 yaşındaki emekli bir tren biletçisi abinin bana espressoyu nasıl bir İtalyan gibi içileceğini göstermesi de bu gezinin artılarından biri oldu. Öğretmenlerim İtalya’da espressonun her zaman bir kaşıkla servis edildiğini söyleyerek bu kaşığı espressonun kremasının üzerinde hafifçe ileri geri gezdirilmesi gerektiğini ve kaşığın üstünde kalan kremanın fincanda içilecek yere sürülmesini söylediler. Böylece sadece nefis espresso tadı alınacak ve fincandan gelebilecek herhangi bir başka tat engellenmiş olacak. Ben iki türlü de espressoyu denedim açıkçası arada çok bir fark yoktu. Ancak kaşığı ileri geri gezdirirken büyük bir zevk duyduğumu itiraf etmeliyim. Eğer Milano’ya giderseniz Duomo’daki modern duran ancak tarihi olan bu kahveciye gitmenizi şiddetle öneririm.

Öğlenden sonra bütün arkadaşlarımla akşamki uzun yemek öncesi bir şeyler atıştırmak istedik. Tramvayla şehir merkezindeki büyük bir parkın yanına geldik ve Panino Giusto adında bir sandviççiye girdik. -Milano’da genel olarak tramvaylar ücretsiz. Aslında belediye bu hizmeti ücretsiz sunmuyor. Ancak yerel halk dahil kimse tramvayda kart basmıyor ve görevliler de bunu denetlemiyor. Bir nevi zımni bir şekilde ilga olan bir kuraldan bahsedebiliriz.- Bu sandviççinin Milano’da üç tane şubesi var ve yerel halk tarafından sevilen bir yer. Genellikle kahvaltıda ve öğle yemeğinde bir şeyler atıştırmayı seçen İtalyanlar için sandviççiler günlük hayatta önemli bir yer tutuyor. Birçok şehirde sokaklarda pek çok sandviççi görebilirsiniz. Bu yemek kültürünün temsilcilerinden biri olan Panino Giusto lezzetli sandviç çeşitleri sunuyor. Öğlen bir şeyler atıştırmak için denk gelirseniz tercih edilebilecek bir nokta olabilir ancak ben sandviç yenilmek istenirse daha halk arasında, salaş mekanların tercih edilmesi gerektiğini düşünüyorum. Çünkü yerel sandviççilerde hem istediğiniz malzemeyi kullanabiliyorsunuz hem de daha lezzetli seçeneklere, genellikle İtalyan taşrasında üretilen ürünlere ulaşabiliyorsunuz.

Hafif öğle yemeğini aslında Milano’nun en güzel “fine dining” lokantalarından birinde yemek yiyeceğimiz için yemiştik. Milano’nun en iyi akşam yemeği tercihlerinden biri olabilecek bu mekanın kış aylarında üstü kapalı, yaz aylarında üstü açık şekilde çok hoş bir bahçesi bulunuyor. İtalyanların uzun akşam yemeklerini deneyimleme fırsatı sunan bu hoş restoran, 1972’de büyük bir şirket yöneticisi olan Cesare Denti ve eşi tarafından kendi deyimleriyle “bir kumar” olarak açılmış. Bu kumar tutmuş olacak ki Porta Genova istasyonunun yakınında bulunan bu şık restoran insanların sadece bir kahve içmek için bile gitmeyi göze alacakları bir yere evrilmiş. 20. yüzyılın başlarından kalma orijinal mobilyalara sahip iki odasıyla birlikte kendinizi 60’ların ortasında hissettirecek giriş dekorasyonu ve eski ahşap barının sonunda bulunan kapısıyla büyük bir bahçeye açılan bu restoran, kahve içmeyi bırakın sadece gezilmeye bile gidilebilir! İtalyan arkadaşımın birkaç İtalyan arkadaşı da bize bu yemekte eşlik etti. Masada toplam altı dil konuşulsa da hayli güzel bir sohbet ettik yemek boyunca. Çoğu “fine dining” restoranında olduğu gibi sohbeti koyulaştırmak için önceden şampanya geldi. Daha sonra açılan şarapla birlikte menüler sunuldu. Bu yemek kültürü düzenini İtalya’nın her köşesinde bulabilirsiniz. Keza bizim esnaf lokantalarımızın tadını öve öve bitiremeyen yabancıların da en çok şikayet ettikleri şey yemek öncesi ve sonrası sunum eksikliklerimizdi. Ben defaatle bunun bir eksiklik olmadığını, bize uygun bir kültür olduğunu söylesem de temelleri 19. yüzyıl burjuva kültürüne dayanan bu düzene olan bağlılıkları nedeniyle çok da ilgilerini çekemedim. Yemek seçimi olarak ben “Parmigiana di melanzane” aldım. Bu klasik bir Güney İtalya yemeğidir ve ince ince kesilip kızartılmış patlıcanların peynir ve domates sosuyla kaplanarak fırınlanmasıyla yapılır. İlk bakışta lazanyaya benzeyen görünüşü sizi aldatmasın, lazanyadan çok daha farklı ve güzel bir tadı vardır Parmigiana’nın. Özellikle bu restoranda yediğim Parmigiana şu ana kadar yediklerimin arasında kesinlikle en iyisiydi. Çünkü bu yemekte patlıcanın kızartılma aralığı ile peynir ve domates sosunun uyumu çok önemlidir. Ürünler birbirleriyle çok fazla uyumlu olmadıkları için herhangi bir miktar veya pişirme fazlalığı yemekteki tat uyumunu bozacak ve damağı tırmalayacaktır. Bu yemekte böyle bir şey yoktu; aksine peynir, domates sosu ve patlıcan o kadar uyumluydu ki ortalama bir insanın içindekileri ayırt etme şansı yüksek değildi. Bunun yanında her zaman arkadaşlarıma söylediğim bir hususu burada da tekrar etmekte fayda görüyorum. Özellikle yurt dışında gösteriş merakında olmayan ve şehirde yaşayan insanların uğrak yerlerini oluşturan restoranlarda yemek siparişi verirken daha çok yerel lezzetleri ve ev yemeği orijinli yemekleri tercih etmeniz daha iyi bir yemek deneyimi yaşamanızı garanti eder. Çünkü bu tarz yerlerin temelinde genellikle kazanç yatmaz ve çoğu zaman restoranları evlerinin altındadır. Özellikle bizim toplumumuza daha çok benzeyen İtalyanlarda bu duruma sık rastlanır. Evlerinde ne pişerse genellikle restoranlarında da o pişer. Ana yemeklerden sonra ve tatlıdan önce sohbet eşliğinde dışarı çıktık çünkü maalesef İtalyanlar çok fazla sigara içiyor. Bunun yanında ne zaman sigar içseler “Biliyor musun sen sigara içmiyorsun ama İtalyancada çok sigara içenlere ‘Bir Türk gibi sigara içiyorsun’ diyoruz.” diyorlar. Ben bu araların sadece gençler tarafından verildiğini sansam da ana yemeğini bitiren pek çok masa bu arayı vermek için dışarı çıkıyordu. Tatlılar için tekrar içeri girdiğimizde önümüze bir menü daha bu sefer tatlı menüsü sunuldu. Restoranın özellikle çikolatalı tatlıları beni büyüledi. “Tortino Caldo Al Cuore Di Lamponi” adındaki bu tatlı bir nevi sufle. Ancak içindeki akışkan çikolatasında birçok bileşen bulunduruyor. Bu tatlının yanında tiramisu istesem de her detayı şahane olan bu restoranda beni hayal kırıklığına uğratan tek yemek buydu. Aslında tiramisu çok çok iyiydi, muhtemelen Türkiye standartlarında böyle bir tiramisu bulamazdım. Ancak restoran standartlarının bir tık altında kaldığını söylemeden geçemeyeceğim.

Bu harika yemekten sonra ufak bir yürüyüşün ardından bir bara geçmek isteyen arkadaşlarıma bara kadar eşlik etsem de içeri giremedim. Çünkü uzun İtalyan akşam yemeği ve koyu sohbet saat sekizde başlayan yemeği gece yarısına kadar sürdürmüştü. Üstüne üstlük sonraki gün benim iki tane sınavım vardı. Arkadaşlarımla hızlıca vedalaşarak eve geçtim. 

İki sınavımı da önceden sıkı çalıştığım için problem yaşamadan güzel bir şekilde bitirdim ve akşam kalkacak olan Roma otobüsümü beklemeye başladım. Bu sırada tekrar Duomo meydanına gidip Milano’yu tekrar bir gezmek istedim. Tam metrodan çıkarken çok şık giyimli Türkçe konuşan iki kişiye rastladım. Rahatlıklarından bu şehirde yaşadıkları belli oluyordu. Hemen yanlarına giderek güzel bir restoran ya da Milano’ya özgü herhangi bir yemek önerisi sordum. Beni biraz şaşırarak ama arkadaşça karşıladılar. Hemen Duomo meydanının yan sokaklarından birinde bulunan “Luini” adındaki bir dükkana yönlendirdiler. Kendileri Luini’nin imza yemeğini “pişi” olarak adlandırıyorlarmış. Biraz buna güldükten ve aklımdan “Ne pişisi ya?” diye geçirdikten sonra gittiğim yerde gerçekten pişiye benzer bir yemekle karşılaştım. “Luini” esasen çok bilinen bir yer olup içi dolu pişi sattığını tahayyül edebilirsiniz. Pek çok iç malzemesi olmasına rağmen esasen -İtalyanların her yemeğinde olduğu gibi- domates sosu ve peynirli olanı standart “Luini”yi oluşturuyor. Ben gittiğimde olmasa da önünde biraz sıra olabilir. Milano’ya gidilirse kesinlikle atıştırmalık olarak denenmesi gereken yerlerden.

Otobüs öncesi akşam yemeği için Milano’nun en ünlü pizzacılarından biri olan ve tat konusunda ayrı bir seviyeye ulaşan “Ciao Pizza”ya gittim. Bu pizzacıda oturacak yer yok. Gerçek anlamda oturacak yer yok, pizza dilimlerinizi tıpkı Kadıköy’deki “Pizza 2 Go”daki gibi sipariş veriyorsunuz ardından dışarıda bulunan yüksek masalara dayanıp yiyorsunuz. Harika pizzanın tadını çıkarırken Milano’nun bir damarı andıran sokaklarından geçen insanları seyretmek gerçekten eşsiz bir duygu. Belirtmek isterim ki bu pizzacıda kullanılan zeytinyağı olağanüstüydü. İtalyan zeytinyağını çok fazla sevsem de bu pizzacıda ayrı bir tat vardı. Bazılarına biraz yağlı gelebilir ancak bu pizza İtalyanların iyi oldukları işlerde gerçekten çok iyi olduklarının bir kanıtı! Dört büyük dilim yesem ve tıka basa dolu olsam da “Acaba bu pizzayı tekrar ne zaman yiyeceğim?” düşüncesiyle bir dilim daha alıp almama arasında gidip geldim ve sonunda yolculuk öncesi karnımı zorlamamak için bu düşüncemden vazgeçtim. Ancak eminim ki Milano’ya tekrar gidersem koşarak gideceğim mekanlardan biri de burası olacak.

İbrahim Ali
İbrahim Ali

Merhaba,  Ben İbrahim ALİ. 8 Nisan 2001 Üsküdar doğumluyum. Galatasaray Üniversitesi Hukuk Fakültesi 2. sınıf öğrencisiyim. İki kez aşık oldum.


Leave a Comment